Dünya ekonomisindeki stagflasyon korkusunun gölgesinde, düşük büyüme ve durgunluğun inandırıcı bir tablosu var. Her ne olursa olsun önümüzdeki sürecin herkes için zor olacağını biliyoruz.
Bizim gibi özellikle dış kaynaklara ihtiyaç duyan ülkelerin yeşil ekonomiyi ve start-up ekosistemini doğru anlayarak fon çekmeye çalışması gereken, pahalı paraları kullanılabilir maliyetlerle takas etmenin imkansız olduğu bir yol ayrımındayız. .
Bu seçimi doğru yaparsak hem çöküşü gerçekleştirebiliriz hem de kaynak ihtiyacını doğrudan sermaye olarak ülkemize çekebiliriz. Ama bu vesileyle tekrar hatırlatmama izin verin, esas kaynağın kendi içinde aranması gerekiyor, başta israf, yanlış yatırımlar ve kaçak ödemeler. Ben doğru yapılanma ile Türkiye büyüklüğünde bir kaynağın Türkiye’den çıkabileceğini düşünenlerdenim.
Reel ekonomiye dayalı adil bir sistem kurmak, insanları çalışandan çok yetenek olarak görmek, onlara haklarını vermek gibi bir takım yükümlülükler yasadan geldiğini söylemeye gerek yok.
Tüm bunları yaparken bu daralmayı yaratacak hiçbir fırsatı kaçırmamalıyız. Daralma sadece bize kalsaydı, ihracat atağı (dış ticaret fazlası vermek şartıyla) gibi alternatifler düşünülebilirdi.
Ama bu durumda malları çok ucuza satacağımızı bilmeliyiz. Tıpkı bugün olduğu gibi. Piyasaları kaybetmemek için yapılan fedakarlığın, yurtiçindeki yanlış uygulamalarla birleşince Türk reel sektörünü iflas ettirdiğini görmek için ekonomist olmaya bile gerek yok.
Ama satın alma gücündeki düşüş tüm dünyayı etkiliyorsa aynı yöntemleri kullanıp sonuç beklemek yerine bakış açınızı değiştirmeniz gerekiyor. Alım gücü düşen ya da düşmekten korkan tüketici ne yapıyor?
Düşündüğü gibi satın almaktan vazgeçmez. Tabii geliri bizimki gibi gıdaya bile yetmeyen ülkelerden bahsetmiyorum. Doğrudan kesintiler başlar veya borçla ilgili sorunları erteleme eğilimi başlar ve sonu kötü olur.
Ancak kişi başına düşen geliri 30 bin dolar ve üzerinde olan ülkelerde eğilim ya miktarı azaltmak ya da kaliteli, dayanıklı ve uygun fiyatlı ürünlere yönelmektir. Bu noktada Türkiye için bir fırsat doğabilir.
Pazarlama uzmanlarıyla hareket ederek doğru bir kurulum yapıp hayata geçirebilirsek kilogram bazında dolar kazancımızı bile ortalama 2-2,5 dolara çıkarabiliriz. Türkiye’nin uluslararası bir markası var mı? Hayır, sadece kendini marka sananlar var. yani hayır
Ama Türkiye’nin bir özelliği var. Üretici olmak… Ne yazık ki dünyanın her bölgesinde en iyi markaların fason imalatçılığını yapmaktadır. Ancak bu beraberinde kaliteli üretim dürtüsünü de getiriyor.
O zaman Türkiye ‘Marka değil üreticiyiz’ mottosuyla ortaya çıkabilir. ‘Üreticiden al’ kampanyaları düzenleyerek marka baskısından kurtulur; Ayrıca kaliteli üretimler ile dayanıklı ürünleri uygun fiyatlara satabilmektedir.
Makul ifademi açmama izin verin. Gelişmiş ülke markalarına göre ucuz, satış değerlerimize göre pahalı. Hem üretici hem de tüketici olarak bize kazandıracak formülle bir kampanya yapıp, doğru pazarlama teknikleriyle dünya sahnesine çıkmamız gerekiyor.
Hazır giyimden ayakkabıya, otomobil parçalarından tarım ürünlerine kadar birçok alanda uygulayabileceğimiz bir sistemden bahsediyorum. Tıpkı private label veya private label üretim gibi kaliteden ödün vermeyen markasız hatta tek markalı ürünlerle global pazarda beklenmedik bir sonuç alabiliyoruz.
O zaman dünya ekonomisinde marka sadakatinin düştüğü koşulları anlayalım, marka olmak için harcayacağımız kaynakları kalite-fiyat optimizasyonunda değerlendirelim, gruplarla ölçek ekonomileri oluşturalım ve “al” mottosu ile pazara girelim. üretici’.
İhracatımızın arttığını, kg/dolar seviyesinin yükseldiğini ve sürecin sonunda buradan bir Türk markası çıkaracağımızı göreceksiniz. Tabii patronluk taslamayı bırakabilirsek.
Umarız ilginizi çekebilecek güzel bir içerik sunabilmişizdir.